Islam for all-الإسلام للجميع

هل تريد التفاعل مع هذه المساهمة؟ كل ما عليك هو إنشاء حساب جديد ببضع خطوات أو تسجيل الدخول للمتابعة.
Islam for all-الإسلام للجميع

YASİN SURESİ Aya10
Questo sito e' protetto con
Norton Safe Web


    YASİN SURESİ

    muslim
    muslim
    Moderateur
    Moderateur


    Sesso : ذكر

    Numero di messaggi : 99
    Età : 54

    YASİN SURESİ Empty YASİN SURESİ

    مُساهمة من طرف muslim الأحد 15 نوفمبر - 14:44:39

    YASİN SURESİ

    GİRİŞ

    Adı:
    Birinci ayette geçen "Yasin" kelimesi surenin adı olmuştur.

    Nüzul Zamanı: Bu surenin muhtevasından, Mekke döneminin ortalarında veya sonlarına doğru nazil olduğu anlaşılmaktadır.

    Konu:
    Kısaca bu surede, Hz. Muhammed'in (s.a) peygamberliğini inkar etmenin,
    alay ve zulüm ile karşı koymanın korkunç sonuçlarıyla Kureyşli
    müşrikler korkutulmaktadır. Her ne kadar deliller öne sürülerek
    açıklamalar yapılıyorsa da bu surede "İnzar" esastır ve ağır
    basmaktadır.

    Üç hususta deliller öne sürülmüştür.

    1) Tevhid hakkında delil olarak, kâinatta cerayan eden hadiselere işaret edilerek, insanın aklına hitab edilmiştir.

    2) Ahiret hakkında ise, kâinat, insan yapısı ve her akıl sahibinin düşünebileceği hususlar delil olarak ileri sürülmüştür.

    3)
    Risalet hakkında şunlar delil olarak verilmiştir: Hz. Peygamber (s.a)
    İslam'ın tebliği dolayısıyla çektiği meşakkatlerden ötürü, sizlerden
    hiçbir surette ücret istemez. Çünkü, o bunları karşılıksız yapmaktadır.
    Ayrıca Rasûlullah'ın (s.a) tebliğ ettiği mesaj akla uygundur ve bu
    mesajı kabul etmek sizlerin yararınadır.

    Burada, kalplerdeki
    kilitlerin kırılması ve kalbinde az çok duygu bulunan hiçbir kimsenin
    etkilenmekten hali kalmaması için, kuvvetli bir üslûbla tehdit ve
    tenbih gayet şiddetli bir şekilde tekrarlanmıştır.

    İmam Ahmed,
    Ebu Davud, Nesaî, İbn Mace ve Taberani, Hz. Muakkıl b. Yesar'dan,
    Rasûlullah'ın (s.a) şöyle bir hadisini rivayet etmişlerdir: "Yasin
    Suresi Kur'an'ın kalbidiir." Fatiha Suresi hakkında, adeta Kur'an'ın
    bir özeti olduğundan nasıl "Kitab'ın anası" denmişse, Yasin suresi için
    de "Kur'an'ın çarpan kalbi" denmiştir. Sureye böyle denilmesinin
    nedeni, onun etkileyici bir üslûbta ruhları harekete geçirmesi ve
    onları durgunluktan kurtarmasıdır.

    Yine Hz. Muakkıl b. Yesar'dan
    İmam Ahmed, Ebu Davut ve İbn Mace, Rasûlullah'dan şöyle bir hadis
    rivayet ederler: "Ölmekte olanlara Yasin Suresi'ni okuyun." Hadisin
    maksadı, ölüm yaklaştığında, İslam'ı toplu bir şekilde hatırlatmak ve
    İslam akidesinin zihinlerde tazelenmesini sağlamaktır. Böylece
    sözkonusu kişinin gözü önünde ahiret manzarası canlanacağı için, öbür
    dünyada ne gibi sahnelerle karşılaşacağını bilir ve kendisini buna
    hazırlar. Bunun bir faydası olabilmesi için kişi Arapçayı bilmiyorsa
    da, zikrin amacına ulaşabilmesi bakımından mealini okuması gerekir.

    Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

    1 Yâsin.1

    2 Andolsun hikmetli Kur'an'a,

    3 Gerçekten sen, gönderilen (peygamber)lerdensin.2

    4 Dosdoğru olan bir yol üzerinde.


    AÇIKLAMA

    1.
    "Yasin"in anlamı, İbn Abbas, İkrime, Dahhak, Hasan Basri ve Sufyan b.
    Uyeyne'ye göre, "Ey İnsan" veya "Ey Şahıs"tır. Bazı müfessirlere göre
    ise Yasin, "Ya Seyyid"in kısaltılmışıdır. Bu tevile göre, ayetin
    muhatabı Rasûlullah'dır.

    2. Böyle
    bir başlangıç -haşa- Rasûlullah'ın (s.a) peygamberliğinden şüphede
    olması ve Allah'ın onu inandırmaya çalışması anlamına gelmez. Bu
    şekilde bir giriş, Kureyşli müşriklerin, Hz. Muhammed'in (s.a)
    peygamberliğini şiddetle inkâr etmelerinden ötürü yapılmış ve bu yüzden
    Allah surenin başında "Şüphesiz sen gönderilmiş peygamberlerdensin"
    diye buyurmuştur. Yani kafirler gerçekten büyük bir yanılgı
    içindedirler. Bundan dolayı Kur'an'a yemin edilerek, Kur'an "Hakim"
    sıfatıyla birlikte anılmıştır. "Kur'an senin peygamberliğine bir
    delildir ve hikmet doludur." Böylesine hikmetli sözleri ancak bir
    peygamber tebliğ edebilir. Çünkü bu sözler bir insanın yeteneklerinin
    çok üstündedir. Hz. Muhammed'i (s.a) tanıyan herkes bu sözlerin ona ait
    olmadığını veya başka bir kimseden öğrenmediğini çok iyi bilir. (Daha
    fazla bilgi için bkz. Yunus an: 2, 21-22, 44-4), İsra an: 104-105,
    Nur-Giriş Bölümü, Şuara an: 1, Neml an: 93, Kasas an: 62-64, 102-109,
    Ankebut an: 88-91, Rum an: 1-3 ve tarihsel arkaplan bölümü)

    5 (Kur'an) Güçlü ve üstün olan, esirgeyen (Allah')ın indirmesidir.3

    6 Babaları uyarılıp-korkutulmamış, böylece kendileri de gafil kalmış bir kavmi uyarıp-korkutman için (gönderildin).4

    7 Andolsun, onların çoğu üzerine o söz hak olmuştur; artık onlar inanmazlar.5

    8 Gerçekten biz onların boyunlarına, çenelere kadar (dayanan) halkalar geçirdik; bu yüzden başları yukarı kalkıktır.6

    9 Biz onların önlerinde bir sed, arkalarında da bir sed çektik. Böylelikle onları örtüverdik, artık görmezler.7


    AÇIKLAMA

    3. Burada
    Kur'an'ı inzal eden Allah'ın iki sıfatı beyan edilmiştir. Birincisi,
    Galib ve Kuvvetli, ikincisi Rahim, yani merhametli. Birinci sıfatın
    beyan edilmesinin nedeni, sözkonusu tebliğ ve nasihatın, sizler onu
    inkar ettiğinizde aciz bırakılabileceğiniz güçsüz birinden sadır
    olmamasıdır. Bilakis bu mesaj, herşey üzerinde galip olan kâinatın
    sahibindendir. O'nun emirlerine kimse karşı koyamayacağı gibi, hiçbir
    kimse O'ndan kaçıp kurtulamaz. İkinci sıfatın zikredilmesinin nedeni
    ise, Allah'ın merhametinden ötürü, hidayete ermeniz, dünya ve ahirette
    başarıya ulaşmanız için, sizlere Kitab ve Peygamber göndermesidir.

    4.
    Bu ayete iki şekilde anlam vermek mümkündür. Birincisi bizim mealde
    verdiğimiz anlamda. Diğeri ise "gaflet içinde kalmış atalarının
    uyarıldığı gibi bu toplumu da uyarın" şeklinde. Birinci anlamı kabul
    ettiğimiz takdirde ayetin şu şekilde anlaşılması mümkündür: "Daha
    önceden birçok peygamber gelip geçmesine rağmen, bunların yakın
    zamandaki baba ve dedelerine peygamber gelmemişti. Dolayısıyla bunlar
    daha önceki nesillere gelen talimatları unuttuğu için, yeniden tebliğde
    bulunun."

    Her iki anlam da doğrudur. Ancak burada akla şöyle bir
    soru gelebilir: "Bunca zaman içinde kendilerine bir uyarıcı gelmediği
    halde bu insanlar nasıl sorumlu tutulabilir?" Bu soruya şöyle cevap
    verilebilir. Allah'ın bir topluma gönderdiği peygamberin talimatları
    uzak bölgelere kadar yayılır ve onun getirdiği ışık yanmaya devam
    ederse, yeni bir peygamberin gönderilmesine gerek yoktur. Fakat onun
    getirdiği ışık ne zaman söner ve izleri yok olursa, işte o zaman Allah
    yeni bir peygamber gönderir. Bir peygamberin talimatları diri ve net
    olarak kaldığı sürece, o dönem bir peygamber olmaksızın geçti denemez.
    Araplara Hz. İbrahim, Hz. İsmail, Hz. Şuayb, Hz. Musa, Hz. İsa gibi
    peygamberler gelmiş, ayrıca onların talimatlarını yinelemek için
    Arabistan'a içeriden ve dışarıdan gelenler olmuştur. Bundan, Araplar
    arasında bu "mesaj"ın bilindiği anlaşılıyor. Ancak mesajın izleri
    kaybolmaya yüz tutup hurafeler ile karıştığında, Hz. Muhammed (s.a)
    Allah'ın izniyle peygamber seçilmiştir. Böylece Hz. Muhammed'in (s.a)
    peygamberliği ile birlikte gelen mesajın kaybolmayacağı ve hurafelerle
    karışmayacağı garanti edilmiştir. (İzah için bkz. Sebe an: 5).

    5.
    Burada kesinlikle iman etmemeye karar vermiş ve Rasûlullah'ın (s.a) her
    dediğine karşı çıkma durumunda olan kimselere işaret olunmaktadır.
    Onlar hakkında "azabı hak ettiler ve artık, iman etmezler" şeklinde
    karar verilmiştir. Bundan şöyle bir anlam çıkar: Hz. Peygamber (s.a)
    gerektiği şekilde tebliğ yapmış olduğu halde yine de inkarlarında
    diretirlerse şayet, Allah bu inatlarından ötürü onlara iman nasip
    etmez. Aynı konu ileride şu şekilde açıklanmıştır: "Sen ancak zikre
    uyan ve görmediği halde Rahman'dan korkan kimseyi uyarabilirsin."
    (Yasin: 11)

    6. "Boyun
    halkası" ifadesi ile onların hakkı kabullenmelerine engel olan inatları
    kastedilmiştir. "O halkalar çenelerine kadar dayanmıştır ve bu yüzden
    kafaları yukarı kalkıktır" ifadesiyle de tekebbür göstererek
    kasıldıkları anlatılmak isteniyor. Allah, inatçılıkları dolayısıyla
    onların boyunlarına, kibir ve büyüklenme halkası geçirmiştir, ne kadar
    delil getirilirse getirilsin hakikati göremezler ve apaçık delilleri
    bile kabul etmezler.

    7.
    "Önlerinden bir sed, arkalarından bir sed çektik" ifadesi ile onların
    yapılarındaki inat ve kibir dolayısıyla geçmiş olaylardan ders
    almadıkları gibi, geleceklerini dahi hiç düşünmedikleri kastolunuyor.
    Çünkü taassub, onların her yanını kapladığı ve yanlış düşünceleri
    gözlerine perde olduğu için, apaçık hakikatleri görememektedirler.
    Şayet selim bir fıtrata sahip olsalardı, bu hakikatleri görebilirlerdi.

    10 Kendilerini uyarıp-korkutsan da, uyarmayıp-korkutmasan da onlar için birdir; onlar iman etmezler.8

    11
    Sen ancak, zikre (Kur'an'a) uyan ve gayb ile Rahman olan (Allah')a
    (karşı) içi titreyerek korku duyan kimseyi uyarıp-korkutursun. İşte
    böylesini, bir bağışlanma ve üstün bir ecirle müjdele.

    12
    Şüphesiz biz, ölüleri biz diriltiriz; onların önden takdim ettiklerini
    ve eserlerini de biz yazarız.9 Biz her şeyi, apaçık olan bir kitapta
    tesbit edip korumuşuz.

    13 Sen onlara, o şehir halkının örneğini ver; hani oraya elçiler gelmişti.10


    AÇIKLAMA

    8.
    Bu, "tebliğ etmeye gerek yok" anlamına gelmez. Yani senin tebliğin
    hertürlü insana ulaşır. Bunların bazıları yukarıda zikredilmiştir.
    Diğerlerinin bahsi ileride gelecek ayetlerde sözkonusu edilecektir.
    Birinciler, yani tekebbür ve inat içinde olanlar, sana karşı çıkmakta
    kararlıdırlar. Bu yüzden onlar için üzülmene gerek yok, boşuna meyus
    olma ve tebliğe devam et. Çünkü sen bu insanların içinde, Allah'tan
    korkarak, doğru yola girmek isteyen kimselerin de bulunabileceğini
    bilmelisin. Tebliğ ederken gerçek muhatabın işte bu insanlardır, onları
    aramak ve bir araya getirmek senin görevindir. Diğerlerini bırak, bu
    insanları bulmaya çalış.

    9.
    Bundan, insanların amellerinin üç şekilde kaydedildiği anlaşılıyor.
    Birincisi, insanın iyi ve kötü tüm amelleri Allah'ın indinde
    kayıtlıdır. İkincisi insanın amelleri anında tespit edilmektedir. Sonra
    bunlar kıyamet günü ortaya çıkacaktır.

    Yani, insan tüm
    sözlerini, niyetlerini, arzularını zihninde yazılı bulacak ve yine tüm
    davranışları bir film şeridi gibi gözünün önünden geçecektir. Üçüncüsü
    ise insanın ölümden sonra geride bırakacağı iyi ya da kötü tesirlerdir.
    Bu tesirler nereye ve ne zamana kadar devam ederse, o kimsenin hesabına
    işlenecektir. Sözgelimi, kişinin çocuğunu iyi veya kötü şekilde terbiye
    etmiş olması dolayısıyla o çocuğun topluma olan etkileri, yani insanın
    ektiği tohumun karşılığı olan sevap veya günah, onun hesabına
    işlenecektir.

    10. Kadim
    müfessirlerin çoğu bu şehri Antakya, iki elçiyi de iki havari sanmışlar
    ve bu olayın kral Antiochus döneminde geçtiğini söyleyebilmişlerdir.
    Fakat İbn Abbas, İkrime, Katade, Ka'b el-Ahbar ve Vehb bin Münebbih bu
    kıssayı Hıristiyanların güvenilir olmayan rivayetlerine dayanarak
    nakletmişlerdir. Oysa bu kıssanın tarihi bir mesnedi yoktur. Antakya'da
    bu sülaleden 13 kral, "Antiochus" lakabıyla M.Ö.65'e kadar hüküm
    sürmüştür. Ayrıca Hz. İsa'nın (a.s) Antakya'ya tebliğ etmeleri için
    havari gönderdiğine dair Hıristiyanların dayandıkları hiçbir belgeleri
    yoktur. Bilakis Kitab-ı Mukaddes'in, "Rasullerin işleri" bölümünden,
    Hz. İsa'nın (a.s) göğe kaldırılışından birkaç sene sonra Hıristiyan
    mübelliğlerin ilk kez Antakya'ya gittikleri anlaşılıyor. Bundan Allah
    Teâlâ'nın hiçbir peygamberini oraya göndermediği veya peygamberlerinden
    birini herhangi bir elçi tayin etmediği belli olmaktadır. Şayet bir
    şahıs oraya kendiliğinden tebliğ etmeye gitmişse bile, o şahsa Allah'ın
    peygamberi denilerek, tevil yapılamaz. Yine Kitab-ı Mukaddes'te,
    Antakya'da yahudi olmayan birçok kimsenin Hıristiyanlığı kabul
    ettiklerinden söz edilmektedir. Oysa Kur'an yukarıdaki beldenin önemli
    bir özelliğini, belde halkının peygamberin davetini reddetmiş olmaları
    ve dolayısıyla azaba uğradıkları şeklinde açıklar. Tarihi hiçbir
    belgede Antakya'ya azab geldiğine dair bir kayıt yoktur. O halde
    Antakya halkının peygamberleri reddettiğini ve bu yüzden azaba
    uğradıklarını iddia etmek mümkün değildir.

    Yukarıda da
    zikredildiği gibi, Antakya sözkonusu "belde" olamaz. Hangi belde olduğu
    Kur'an'da bildirilmemiş ve Rasûlullah'dan (s.a) bu konuda hiçbir hadis
    gelmemiştir. Ayrıca bu "Rasûllerin" kim olduklarından da
    bahsedilmemiştir. Kur'an kıssayı sadece bir vakıa olarak zikrettiği
    için belde ve Rasûllerin isimlerinin bilinmesi pek gerekli değildir.
    Sözkonusu kıssanın aktarılma amacı: "Kureyşlilere sizler nasıl inat ve
    zıtlıkla Rasûlullah'ı (s.a) inkar ediyorsanız, o beldedekiler de aynı
    yanılgı içindeydiler. Aynı yolu takip ettiğiniz ve inadınızda ısrarlı
    olduğunuz takdirde, sizlerin sonu da o beldedeki insanlar gibi
    olacaktır" demek suretiyle uyarıda bulunulmaktadır.
    muslim
    muslim
    Moderateur
    Moderateur


    Sesso : ذكر

    Numero di messaggi : 99
    Età : 54

    YASİN SURESİ Empty رد: YASİN SURESİ

    مُساهمة من طرف muslim الأحد 15 نوفمبر - 14:48:01

    14 Hani biz onlara iki (elçi)
    göndermiştik, fakat onlar ikisini yalanlamışlardı. Biz de (iki elçiyi)
    bir üçüncüyle güçlendirdik; böylece dediler ki: "Şüphesiz biz, size,
    gönderilmiş elçileriz."

    15 Dediler ki: "Siz, bizim benzerimiz
    olan bir beşerden11 başkası değilsiniz, Rahman (olan Allah) da herhangi
    bir şey indirmiş değildir.12 Siz, yalnızca yalan söylemektesiniz."


    AÇIKLAMA

    11.
    Diğer bir anlamıyla "Sizde bizim gibi bir insansınız ve peygamber
    olamazsınız" demek istiyorlar. "Muhammed bir peygamber değildir. Çünkü
    o da bizim gibi bir insandır" şeklinde aynı düşünceyi Mekke'deki
    müşrikler de savunuyordu.

    "Dediler: Bu peygambere ne oluyorki
    yemek yiyor, çarşılarda geziyor, ona kendisiyle birlikte uyarıcı olacak
    bir melek indirilmeli değil mi?" (Furkan: 7)

    "Kalbleri
    eğlencededir. O zulmedenler (aralarındaki) şu konuşmayı gizlediler. Bu
    (Muhammed)'de sizin gibi bir insan değil mi? Şimdi siz göz göre göre
    büyüye mi kapılacaksınız?" (Enbiya :3)

    Kur'an-ı Kerim Mekkeli
    müşriklere, "bu tür cahilce düşünceleri ilk kez sizler ortaya atmış
    değilsiniz. Bilakis sizden önceki toplumlarda da "bir beşer rasûl, bir
    rasûl de beşer olamaz" şeklinde cahilce düşünceler öne sürmüşlerdi"
    diye bildiriyor. Nitekim Nuh kavminin ileri gelenleri de, onun
    risaletini reddederken aynı şeyleri söylemişlerdir.

    "(Nuh)
    kavminin içinden ileri gelen bir grup (şöyle) dedi: Bu da sizin gibi
    bir insandan başka birşey değildir. Size üstün gelmek istiyor. Eğer
    Allah dileseydi melekleri indirirdi. Biz atalarımızdan böyle birşey
    işitmedik." (Müminun: 24)

    Ad kavmi, Hz. Hud (a.s) için aynı şeyleri söylemişlerdir.

    "(Ad)
    kavminden kendilerine dünya hayatının bol nimetlerini verdiğimiz o
    inkar eden ve ahirete kavuşmayı yalanlayan eşraf takımı dedi ki; bu da
    sizin gibi bir insandan başka birşey değildir. Sizin yediğinizden
    yiyor, sizin içtiğinizden içiyor. Eğer sizin gibi bir insana itaat
    ederseniz o takdirde siz, mutlaka hüsrana uğrayanlardan olursunuz."
    (Müminun: 33, 34)

    Semud kavmi, Hz. Salih (a.s) için aynı şeyleri
    söylemiştir. "Bizden bir insana mı uyacağız? O takdirde biz apaçık bir
    sapıklık ve çılgınlık içine düşmüş oluruz, dediler." (Kamer:24)

    Yaklaşık
    olarak tüm peygamberler, kafirlerin "siz bizim gibi bir beşerden
    başkası değilsiniz" itirazları ile karşılaşmışlar ve onlara "biz de
    sizin gibi bir beşerden başka birşey değiliz. Fakat Allah kullarından
    dilediğine nimetini lütfeder. Allah'ın izni olmadan biz size delil
    getiremeyiz. Müminler Allah'a tevekkül etsinler." (İbrahim: 11) diye
    cevap vermişlerdir.

    Bundan sonra Kur'an her dönemde, aynı
    cahilce düşüncelerin, bazı kimseleri hidayetten alıkoyduğunu ve
    dolayısıyla onlara azab geldiğini bildiriyor:

    "Böyledir, çünkü
    peygamberleri açık deliller getirirlerdi, fakat onlar: "Bize bir insan
    mı yol gösterecek" dediler ve yüz çevirdiler. Allah da muhtaç
    olmadığını gösterdi. Allah Gani'dir, Hamid'dir" (Tegabun: 6)

    "İnsanlar bize yol gösterici olamaz", şeklinde bir düşünceye dayanarak yüz çevirdiler ve inkar ettiler."

    "Zaten
    kendilerine hidayet geldiği zaman insanları doğru yola gelmekten
    alıkoyan şey, hep, Allah bir insanı mı peygamber gönderdi?
    demeleridir." (İsra: 94)

    Kur'an daha sonraları, "Allah
    insanların hidayeti için, peygamber olarak her zaman insanları
    gönderir, melekleri değil. Çünkü insanlara, ancak insan olan bir
    peygamber örnek olabilir. Oysa insanoğluna melek veya başka bir varlık
    örnek olamaz" demiştir.

    "Biz senden önce yalnız kendilerine
    vahyedilen erkeklerden başkasını peygamber göndermedik. Eğer
    bilmiyorsanız zikir ehline sorun. Biz onları yemek yemeyen cesetler
    yapmadık. Ölümsüz de değillerdi." (Enbiya: 7-8)

    "Senden önce
    gönderdiğimiz bütün peygamberlerde yemek yerler, çarşılarda gezerlerdi.
    Biz sizi birbiriniz için sınama yaptık. Sabrediyor musunuz? (bakalım)
    Rabbin herşeyi görendir." (Furkan: 20)

    "Deki: Eğer yeryüzünde
    uslu uslu yürüyen melekler olsaydı, elbette onlara gökten bir meleği
    peygamber olarak gönderirdik." (İsra: 95)

    12.
    Bu, Mekkeli müşriklerin içinde oldukları başka bir cehaletti. Onlar,
    "Allah insana hidayet ve vahy göndermez" diyorlardı. Günümüzde
    Rasyonalistlerde (akılcılar), "Allah bu dünyadaki işlere karışmaz,
    dünya ile bir ilgisi yoktur, bu insana kalmış bir husustur" diyerek
    aynı şeyleri tekrarlamaktadırlar.
    16 Dediler ki: "Rabbimiz, gerçekten sizin için gönderilmiş elçiler olduğumuzu bilmektedir."

    17 "Bizim üzerimizde de (sorumluluk ve görev olarak) apaçık bir tebliğden başkası yoktur."13

    18
    Onlar dediler ki: "Herhalde biz, sizlerden dolayı uğursuzluğa14
    uğradık. Eğer (bu söylediklerinize) bir son vermeyecek olursanız,
    andolsun, sizi taşa tutacağız ve mutlaka bizden yana size acıklı bir
    azab dokunacaktır."

    19 Dediler ki: "Uğursuzluğunuz, sizinle
    birliktedir.15 Size öğüt verildi diye mi (uğursuzluğa uğradınız)?
    Hayır, siz ölçüyü taşıran bir kavimsiniz."16

    20 Şehrin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi: "Ey kavmim, elçilere uyun" dedi.

    21"Sizden ücret istemeyenlere uyun, onlar hidayet17 bulmuş kimselerdir."


    AÇIKLAMA

    13.
    Yani, bizim görevimiz Alemlerin Rabbi olan Allah'ın mesajını sizlere
    ulaştırmaktır. Sizlere bu mesajı kabul ettirmek bizim elimizde
    değildir. İster kabul edin, ister reddedin. Ancak reddeddiğiniz
    takdirde bunun sorumluluğu sizlere aittir. Biz kendi görevimizi
    yaparak, sizlere Allah'ın mesajını tebliğ ettik.

    14.
    Bu ifadeyle, "Sizler uğursuzsunuz, sizin yaptıklarınız dolayısıyla
    tanrılarımız kızdı ve bu yüzden başımıza musibetler, felaketler geldi"
    demek istiyorlar. Aynı sözleri münafıklar ve kafirler Hz. Peygamber'e
    (s.a.) söylüyorlardı.

    "Nerede olsanız, sağlam kaleler içinde
    bulunsanız, yine ölüm sizi bulur. Onlara bir iyilik erişirse, "Bu Allah
    katındandır" derler. Onlara bir kötülük erişirse, "Bu senin
    yüzündendir" derler. Deki: "Hepsi Allah katındandır." Bu topluma ne
    oluyor ki hemen hiç söz anlamıyorlar." (Nisa: 78)

    Kur'an'ın
    birçok yerinde böyle insanlara bu cahilane düşüncenin yeri olmadığı,
    kafirlerin diğer peygamberlere de aynı itirazları öne sürdükleri
    bildirilmiştir. Nitekim Semud kavmi de aynı şeyleri söylemiştir.

    "Senin
    ve seninle beraber bulunanların yüzünden uğursuzluğa uğradık dediler,
    uğursuzluğunuz Allah'ın yanındadır. Doğrusu siz imtihan olunan bir
    kavimsiniz." (Neml: 47)

    Firavun'un kavmi de aynı tavır
    içindeydi: "Onlara bir iyilik geldiği zaman; bu bizim (yüzümüzdendir),
    derler. Kendilerine bir kötülük ulaşırsa Musa ve onunla beraber
    olanları uğursuz sayarlardı. İyi bilin ki, onların uğursuzlukları Allah
    katındandır, fakat çokları bilmezler." (A'raf: 131)

    15. Hiç kimse, bir başka kimse için uğursuz değildir. Uğursuzluk insanın kendisindendir. Çünkü herkesin nasibi takdir edilmiştir.

    "Her
    insanın amellerini kendi boynuna doladık. Kıyamet gününde onun için
    açılmış olarak önüne konacak bir kitab çıkarırız." (İsra: 13)

    16.
    Yani, sizler öğütten kaçıyor ve hidayetten değil, dalâletten
    hoşlanıyorsunuz. Bu sebepten, hak ve bâtıl hakkındaki düşünceleriniz
    bir delile değil, evham ve hurafelere dayanıyor.

    17.
    Allah'ın bu salih kulu, elçilerin doğruluğunu bir cümlede özetlemiştir.
    Yani, bir Rasûl'un "hak" olması iki şarta dayalıdır. 1) Söz ve fiil, 2)
    İhlas. Sözkonusu şahsın öne sürdüğü deliller şudur: Birincisi, "Bu
    elçiler sizlere makul olan birşeyi tebliğ ediyorlar ve kendilerinde de
    herhangi bir kötülük bulunmamaktadır." İkincisi ise, "Hiçkimse onlara,
    kendi menfaatleri için tebliğ yapıyorlar diyemez. Dolayısıyla bu
    kimselerin tebliğ ettikleri mesajın reddedilmesi için makul bir delil
    yoktur. Kur'an, bu şahsın sözlerini naklederek, aynı zamanda bir
    Rasûlun "hak" olabilmesi için gereken iki ölçüyü de vaaz etmiştir.
    Şayet bir Rasûl'un "hak" olup olmadığını anlamak istiyorsanız bu iki
    ölçüye göre değerlendirme yapmalısınız. Hz. Muhammed'in (s.a) söz ve
    fiilleri onun doğruluk timsali olduğunu gösterirken ve tüm
    çalışmalarının ardından, bunları kendi çıkarları için yaptığına dair
    küçük bir işaret bile bulunmazken, kim, neye dayanarak Hz. Muhammed'in
    (s.a.) tebliğ ettiği mesajı reddedebilir?
    22 "Bana ne oluyor ki, beni yaratana kulluk etmeyecekmişim? siz O'na döndürüleceksiniz."18

    23
    "Ben, O'ndan başka ilahlar edinir miyim ki, Rahman (olan Allah), bana
    bir zarar dileyecek olsa, ne onların şefaati bana bir şeyle yarar
    sağlar, ne de onlar beni kurtarabilirler."19

    24 "O durumda ise,20 gerçekten ben apaçık bir sapıklık içinde olmuş olurum."

    25 "Şüphesiz ben, sizin Rabbinize iman ettim;21 işte beni işitin."

    26 Ona: "Cennete gir"22 denildi. O da: "Keşke benim kavmim de bir bilseydi" dedi.

    27 "Rabbimin beni bağışladığını ve beni ağırlananlardan kıldığını."23


    AÇIKLAMA

    18.
    Bu cümle delil olması ve tebliğin hikmetini açıklaması açısından iki
    güzel örnektir. Birinci bölümde; mahlukatın, yaratıcısı olan Allah'a
    itaat ve kulluk etmesinin, aklın ve fıtratın gereği olduğunu
    söylemiştir. Şayet bir mantıksızlık varsa o da insanın kendisini
    halketmeyen varlıklara kulluk etmesidir. İkinci bölümde ise o şahıs
    kavmine "Sizler sonunda ölecek ve şimdi kulluktan kaçındığınız
    yaratanınıza döneceksiniz. O'ndan yüz çevirdiğiniz halde nasıl iyilik
    bekleyebilirsiniz, bir düşünün" diyerek onların meseleyi idrak
    etmelerine çalışıyor.

    19.
    Yani, ben apaçık bir günah işlersem eğer, Allah'ın indinde beni
    kurtarabilecek kadar makbul hiçkimse yoktur. Şayet Allah beni
    cezalandırmayı dilemişse, ona rağmen beni kurtarmaya kimsenin gücü
    yetmez.

    20. Yani, "Bunların bile bile mabud kabul ettiğim takdirde."

    21.
    Bu cümle, tebliğin hikmet inceliklerini taşımaktadır. Bu salih kul
    böyle bir ifade kullanmakla onlara, "Benim iman ettiğim Rab sadece
    benim değil, sizlerin de Rabbi'dir. Ben O'na iman etmekle bir yanılgı
    içine düşmüş olmuyorum, ancak sizler iman etmemekle böyle bir yanılgıya
    düşüyorsunuz" diyerek hatırlatmada bulunuyor.

    22.
    Yani, şehadetinin hemen ardından, bu salih kula cennet müjdesi
    verilmiştir. Melekler onu karşılamak için dizilmişlerken, ona "Firdevs
    cenneti seni beklemektedir" diye hemen haber vermişlerdir. Bu cümlenin
    yorumu hakkında müfessirler arasında farklı görüşler vardır. Katâde,
    "Allah bu kuluna cenneti hemen nasip etmiştir, orada yaşamakta ve
    rızıklanmaktadır" derken, Mücahid: "Melekler ona sen cennete gireceksin
    diye müjde vermişlerdir. Yani kıyametten sonra, herkes cennete
    girerken, o da cennete girecektir" şeklinde bir yorumda bulunmuştur.

    23.
    Bu, üstün bir ahlâk örneğidir. Kendisini katleden kimselere karşı bu
    salih insanın içinde hiçbir kin ve kızgınlık olmadığı gibi Allah
    indinden beddua ve şikâyette bulunarak intikam almayı da düşünmemiştir.
    Bilakis şimdi de onların iyiliklerini isteyerek, "Keşke kavmim de benim
    sonumdan haberdar olsaydı. Böylelikle küfürlerinden vazgeçerek hidayete
    erseler" demiştir. Yani, "Benim hayatımdan değilse bile ölümümden ibret
    alsınlar". Bu şerefli insan kendini katleden insanların dahi cehenneme
    girmelerini arzu etmemektedir. Aksine onların hidayete ermelerini ve
    cennete kavuşmalarını temenni ediyor. Bu kimse hakkında Rasûlullah
    (s.a) şöyle demiştir. "Bu şahıs kavmi için hayatı boyunca da, ölümünden
    sonra da hep iyilik istemiştir."

    Bu kıssa, dolaylı olarak
    Mekkeli müşriklere şu hakikati öğretmek için zikredilmiştir: Hz.
    Muhammed (s.a.) ve arkadaşları tıpkı bu kıssada olduğu gibi gerçekten
    sizlerin iyiliğini isterler. Tüm zulmünüze rağmen bu insanlar sizlere
    karşı bir kin ve nefret beslememektedirler. Onların kalbinde sizlerden
    intikam almak gibi bir his de yoktur. Bunlar yalnızca sizlerin
    sapıklığına karşıdırlar ve hidayete ermenizi istiyorlar. Bunun dışında
    herhangi bir maksat gütmüyorlar.

    Sözkonusu ayet, diğer birçok
    ayetler gibi "Berzah" aleminin varlığını apaçık ispat etmektedir. Bu
    ayetten bazı cahillerin sandığı gibi ölümden sonra kıyamete kadar
    durgunluk olmayacağı anlaşılıyor.

    Ancak bu safhada ruh, cismi
    olmaksızın diridir, konuşur ve işitir, hisseder, memnun da olur,
    kederli de, dünyadakilere ilgi de duyar. Şayet böyle olmasaydı
    sözkonusu mümin cennet müjdesini duyduğunda, "Keşke kavmim benim
    hayırlı sonumdan haberdar olsaydı" diyebilir miydi?
    28 Kendisinden sonra ise, kavminin üzerine gökten bir ordu indirmedik; indirecek de değildik.

    29 (Ancak onlara) Yalnızca bir tek çığlık (yetti); anında sönüverdiler.24

    30 Yazıklar olsun kullara; ki onlara bir peygamber gelmeyi görsün, mutlaka onunla alay ederlerdi.

    31 Görmüyorlar mı, kendilerinden önce nice kuşakları yıkıma uğrattık? Onlar, bir daha kendilerine dönmemektedirler.25

    32 Ancak onların26 hepsi, toplanmış olarak huzurumuza getirilmişlerdir.

    33 Ölü toprak kendileri için bir ayettir;27 biz onu dirilttik, ondan taneler çıkarttık, böylelikle de onlar ondan yemektedirler.

    34 Biz, onda hurmalıklardan ve üzüm-bağlarından bahçeler kıldık ve içlerinde pınarlar fışkırttık:

    35 Onun ürünlerinden ve kendi ellerinin yaptıklarından yemeleri için.28 Yine de şükretmiyorlar mı?29

    36
    Yerin bitirmekte olduklarından, kendi nefislerinden ve daha
    bilmedikleri30 nice şeylerden bütün çiftleri yaratan (Allah çok)
    yücedir.31


    AÇIKLAMA

    24.
    Burada ince bir kinaye vardır. Zira onlar kendi kuvvetlerine güvenerek
    gurur ve nefret içinde, güya bu üç elçiye inananları sindireceklerini
    sanıyorlardı. Ancak bunların o gücü, Allah'ın azabı geldiğinde bir
    çırpıda yok olmuştur.

    25.
    Yani, bunların izleri bile kalmamış ve azab geldiğinde kim nereye
    düşmüşse orada kalmıştır. Bugün hiçkimse onlar hakkında birşey bilmez.
    Çünkü onların sadece medeniyetleri değil, soyları bile yok olmuştur.

    26.
    Geçen iki ayrı bölümde Mekkeli müşrikler, inkarları, hakkı
    yalanlamaları, ve Rasûlullah'a (s.a.) karşı koymalarından ötürü
    kötülenmişlerdi. Şimdi ise sıra Hz. Peygamber (s.a.) ile kafirler
    arasındaki asıl ihtilafa, yani tevhid ve ahiret akidesine gelmiştir.
    Rasûlullah (s.a) tevhid ve ahiret akidesini onlara tebliğ ediyor, onlar
    da karşı çıkıyorlardı. Bu konuda arka arkaya deliller getirmek
    suretiyle, insanlar düşünmeye davet edilmektedir. Peygamber (s.a)
    sizlere, kâinatın herşeyi ilan ettiğine bir bakın diyor. Nitekim
    önümüzde bulunan herşey bu hakikate işaret etmiyor mu?"

    27. Yani, tevhidin hak, şirkin bâtıl olduğuna bir delil değil midir?

    28.
    Bu cümleye "Onların meyvelerinden ve ayrıca kendi elleriyle
    yaptıklarından yesinler" şeklinde de bir anlam verilebilir. Yani,
    ekmek, çorba, reçel, vs. gibi tabii olarak yaratılmış ürünlerden
    hazırlanan gıda maddeleri.

    29. Bu
    kısa cümlelerle yeryüzündeki bitkiler dünyası, delil olarak öne
    sürülmüştür. İnsanlar, gece-gündüz yeryüzündeki ürünleri yedikleri ve
    yararlandıkları halde, onları hiç önemsemiyorlar, fakat gafletten
    kurtulup dikkat edecek olurlarsa, o zaman, bu mahsulü veren tarlaların,
    zengin bağ ve bahçelerin, üzerlerinde akan ırmak ve derelerin
    hiçbirinin kendi kendine oluşmadığını anlayacaklardır. Tüm bunların
    ardında, Alemlerin Rabbi olan Allah'ın hikmet ve kudreti gizlidir.

    Yeryüzünün
    hakikati, yapısı ve ne tür elementlerden müteşekkil olduğu hakkında
    düşünün. Yeryüzü kendi kendine birşey yaratmaya kadir değildir. Bu
    elementleri ayrı ayrı da incelerseniz, bir terkip halinde de
    incelerseniz, onların kendi kendilerine can verebildiklerini
    göremezsiniz. Öyleyse bu cansız topraktan bunca bitkinin meydana
    gelmesi nasıl mümkün olmaktadır? Araştırdığınız takdirde birkaç sebep
    olduğunu görürsünüz. Şayet bu sebepler var olmasaydı hayat da olmazdı.

    1) Yeryüzünün
    bazı bölgelerinde, toprağın üstündeki satıhta, bitkiler için gıda
    vazifesi gören bazı maddeler vardır. Bitkilerin köklerini salabilmeleri
    ve bazı gıdaları alabilmeleri için, bu üst satıh daha yumuşaktır.

    2) Yeryüzünde
    çeşitli durumlarda akan suların içinde bazı maddeler vardır. Bu
    maddeler suyun içinde bulunmakla, bitkilerin gıda almalarını sağlarlar.
    Bitkiler bu suyu kökleri vasıtasıyla yerin altından alırlar.

    3)
    Arzın üstündeki hava, dünyayı semavi afetlerden koruduğu gibi, ayrıca
    bulut olarak yağmurun yağmasını da sağlar. Bitkilerin canlılığını
    sürdürebilmeleri ve büyümeleri için gerekli olan bazı gıdalar da hava
    içerisinde bulunmaktadır.

    4) Ayrıca bitkilerin münasip
    bir sıcaklık ve mevsimde ortaya çıkmaları güneş ve yeryüzü arasındaki
    dengeli ilişki sayesinde olmaktadır.

    Bu dört temel unsurun
    (onların neden olduğu daha birçok hadise vardır) biraraya gelmesiyle
    bitkilerin yaşaması mümkün olmaktadır. Bütün bu şartlar önceden
    hazırlanarak, ayrı tohumlardan ayrı cinste bitkiler çıkmıştır. İşte
    toprak, su, hava ve mevsim unsurları münasip bir şekilde biraraya
    geldiği zaman, bitkiler büyümeye ve gelişmeye başlarlar. Her tohumdan
    aynı cinste çıkan bitki ve ağaçlar soya dayalı ortak özellikler
    taşırlar. Ayrıca bu bitki ve ağaçlar birkaç değil sayısız çeşitte
    yaratılmışlardır. Böylece bu sayısız çeşitteki bitkiler, insanlar ve
    hayvanlar için, gıda, elbise, ilaç ve daha birçok ihtiyacı
    karşılamaktadırlar.

    Bu hayret verici nizam hakkında, inat ve
    taassuba saplanmamış bir insan düşünecek olursa eğer, bütün bu nizamın
    kendiliğinden olmadığına ve bu ihtişamın ardında hikmete dayalı bir
    plan olduğuna, vicdanı hemen şehadet edecektir. Öyleki o hikmet
    sayesinde toprak, su, hava ve mevsimler münasip bir dengeye göre
    biraraya gelmişler ve böylece insanların, hayvanların ve bitkilerin
    ihtiyaçları yaratılmıştır. Akıl sahibi hiçbir insan, böylesine muazzam
    bir nizamın sadece bir tesadüf eseri olduğunu düşünemez.

    Dolayısıyla
    bunları birkaç ilahın yaratmadığı ortaya çıkıyor. Toprak, hava, su,
    güneş, bitkiler, hayvanlar ve insanlar da olmak üzere hepsinin
    yaratıcısı ve Rabbi tek olan Allah'dır. Şayet bunların herbirisinin
    ayrı ayrı Rabbi olsaydı bu muazzam nizam, o denli ince ilişkilerle
    oluşmuş bir sistem haline gelemezdi. Yine milyonlarca yıldız, böylesine
    bir birliktelik olmadan akıp gidemezdi.

    Tevhid hakkında deliller
    serdedildikten sonra, "Bunlar şükretmiyorlar mı?" diye buyuruluyor.
    Yani hayatlarını sürdürebilmeleri için gereken herşeyin yaratılmış
    olmasına rağmen, onlar başkalarına şükrediyorlar ve bir çöp bile
    yaratmaya muktedir olamayan şeylere secde ve ibadet ederek, nankörlükte
    bulunuyorlar.

    30. Yani,
    O her ayıptan münezzehdir. O'nda hiçbir zaaf ve eksiklik olmadığı gibi
    ortağı da yoktur. Müşrikler Allah'a ortak koştukları için bu deliller
    öne sürülmüştür. Çünkü şirk koşmak - Allah'a sığınırız- Allah'da bir
    zayıflık ve noksanlık var demektir. Güya o ortaklar, Allah'ın eksik
    yönlerini tamamlayacak ve O'na yardım edeceklerdir. Yine onlar, Allah'ı
    dünyadaki hükümdarlar gibi zannederek kendisinin vezir ve müşavirlere
    muhtaç olduğunu ve sevgili veliaht ve yakınlarının hükümranlığına
    karışabileceklerini tasavvur ederler. Böylesine cahilce tasavvurlar
    olmasaydı, şirk de olmazdı. Bu nedenden ötürüdür ki Kur'an'ın çeşitli
    yerlerinde Allah'ın müşriklerin iftira ettikleri tüm ayıp, zaaf ve
    noksanlıklardan, pak ve münezzeh olduğu bildirilmiştir.

    31.
    Bunlar Tevhid hakkında öne sürülmüş delillerdir. Daha önce zikredilmiş
    olan bazı gerçekler, burada tekrarlanıyor. Çevrenizde gece gündüz
    sürekli gördüğünüz şeyler üzerinde dikkatle düşündüğünüz takdirde bile,
    tevhid akidesine ulaşabilirsiniz. Erkek ve kadının birleşmesinden insan
    meydana geliyor, hayvanların da dişili-erkekli yaratılmasından onların
    nesli devam ediyor. Bitkiler de aynı kanunlara bağlıdırlar. Hatta
    cansız maddelerde de, farklı unsurlar biraraya gelerek, mürekkeb
    varlıklar oluşuyor. Sözgelimi maddenin temel yapısında bulunan pozitif
    ve negatif elektronların biraraya gelişiyle birlikte elektrik ortaya
    çıkmaktadır. Nitekim kâinatın yapısında bulunan tüm maddeler pozitif ve
    negatif olmak üzere bir çiftten ibarettir. Yani kâinat o kadar hassas
    ve dengeli bir şekilde inşa edilmiştir ki, akıl sahibi hiçbir insan tüm
    bunların bir tesadüf sonucu meydana geldiğini söyleyemez. Ayrıca bunca
    sayısız çiftin biraraya gelerek oluşturduğu bu muazzam nizam, birkaç
    yaratıcının eseri olamaz. Bu çiftleri biraraya getirmek suretiyle çeşit
    çeşit mahluku yaratmak, Allah'ın birliğinin apaçık bir ispatıdır.
    muslim
    muslim
    Moderateur
    Moderateur


    Sesso : ذكر

    Numero di messaggi : 99
    Età : 54

    YASİN SURESİ Empty رد: YASİN SURESİ

    مُساهمة من طرف muslim الأحد 15 نوفمبر - 14:51:49

    37 Gece de kendileri için bir ayettir. Gündüzü ondan sıyırıp-yüzeriz, hemen onlar artık karanlıkta kalıvermişlerdir.32

    38
    Güneş de, kendisi için (tesbit edilmiş) olan bir müstakarra33 doğru
    akıp-gitmektedir. Bu, üstün ve güçlü olan, bilen (Allah)ın takdiridir.

    39 Ay'a gelince, biz onun için de birtakım uğrak yerleri takdir ettik; sonunda o, eski bir hurma dalı gibi döndü (döner).34

    40
    Ne güneşin aya erişip-yetişmesi gerekir,35 ne de gecenin gündüzün önüne
    geçmesi.36 Her biri bir yörüngede yüzüp gitmektedirler.37


    AÇIKLAMA

    32.
    İnsanoğlu gece ve gündüzün devam ettiğini, her an görmektedir. Bir
    kimse, sadece bu hadise üzerinde bile düşünse, bu nizamın ardında
    kudret ve hikmet sahibi birinin olduğunu görecektir. "Gece gitmeden
    gündüz gelmez". Bu kesin bir kanundur ve bu hadisenin, diğer mahlukat
    üzerindeki tesirlerinden, bu nizamın şüphesiz bir yaratıcının iradesi
    dahilinde hareket ettiği anlaşılmaktadır. Yeryüzünde insanlar,
    hayvanlar, bitkiler, hatta su, hava ve diğer maddelerin varlığı güneşin
    yeryüzü ile arasında olan münasib bir mesafe sayesinde mümkün
    olabiliyor. Yine bazı bölgeler, bazı zaman dilimleri içinde güneşin
    etki alanına girerek, aydınlanırlar. Şayet böyle olmasaydı oralarda
    hayatı sürdürmek mümkün olmazdı. Güneş yeryüzünden şimdiki durumundan
    daha az veya çok uzakta olsaydı, ya da bir bölgede sürekli gece, diğer
    bir bölgede sürekli gündüz olsaydı, yahut gece ve gündüzün deveranı çok
    hızlı, çok yavaş veya düzensiz, kısaca gelişigüzel olsaydı, böyle bir
    halde hayat mümkün olmazdı.

    Öyleki cansız maddelerin biçimsel
    özellikleri dahi farklı olurdu. Bir kimsenin kalp gözü kapalı değilse
    eğer, bu nizamda Allah'ın varlığını açıkça müşahade eder. O Allah ki
    çeşit çeşit mahluku yarattı. Ve onların hayatını sürdürebilmesi için
    güneş ile arz arasında uygun bir mesafe tayin etti. Tüm bu sarih
    delillere rağmen, bir insan Allah'ın birliğini hâlâ müşahede edemiyor,
    bu gayet dakik ve ince sistemin bir tesadüf eseri olduğunu sanarak
    herhangi bir delilin olmadığından sözediyorsa bu kimse akılsızın
    biridir.

    33. Bu ifade
    ile "güneşin sonunda nerede istikrar bulacağı" kastolunuyor. Bu ayetin
    gerçek anlamı, insanoğlu kâinatı bütünüyle kavrayabildiğinde ortaya
    çıkacaktır. Ancak insanın bilgisi sınırlıdır. Bugün bildiği, yarın elde
    ettiği bilgi vasıtasıyla, onun görüşlerini ve öne sürdüğü teorilerini
    değiştirebilir. Sözgelimi insanlar dün güneşin, dünyanın etrafında
    döndüğüne, bilimin ilerlemesiyle ortaya çıkan modern teorilere (güneş
    sistemi) göre ise, dünyanın, yıldızlar ve gezegenlerin güneşin
    etrafında döndüğüne inanıyorlardı. Yani güneş sabittir. Oysa bugünkü
    düşüncelere göre, sadece güneş değil, tüm yıldız ve gezegenler (ki
    önceden sabit kabul ediliyorlardı), bir yöne doğru akıp gitmektedirler.
    Kısaca daha önce sabit olduğu sanılan gezegenlerin saniyede 10 veya 100
    mil hızla hareket ettiği kabul edilmektedir. Astronomi bilginlerine
    göre güneş tüm sistemle birlikte saniyede 20 km. hızla hareket
    etmektedir. (Daha fazla bilgi için bkz. Britanica Ansiklopedisi, Yıldız
    ve Güneş mad.)

    34. Yani
    ayın durumu hergün değişmekte ve birinci gün hilal iken, 14. gün Bedir
    haline gelmektedir. Daha sonra tekrar yavaş yavaş küçülerek eski
    şekline dönüşmektedir. Bu hadise milyonlarca yıldan beri, bir
    değişikliğe uğramadan sürüp gider. Dolayısıyla insanoğlu, ayın hangi
    gün nasıl bir şekil aldığını hesap edebilmektedir. Aksi takdirde bunu
    hesap edebilmek mümkün olmayacaktı.

    35.
    Bu cümle iki anlama da gelebilir ki, ikisi de doğrudur. Birincisi;
    güneş, ayı kendi yörüngesine çekebilecek kadar güçlü değildir ve ayın
    yörüngesine girerek ona çarpabilir. İkincisi, ay için tayin edilen
    vakitte güneş çıkmaz. Yani gece mehtap varken, aniden güneşin ortaya
    çıkması mümkün değildir.

    36. Gece ve gündüzün birbirine karışması da sözkonusu değildir.

    37.
    "Felek", kelimesini Araplar yıldızların ekseni için kullanırlar.
    Gökyüzü anlamına da gelir. Burada "Hepsinin ayrı felekte yüzdükleri"
    şeklinde bir ifade kullanılmıştır. Böylece dört hakikate birden işaret
    olunmaktadır:

    1) Sadece güneş değil, ay, yıldızlar, gezegenler, samanyolu v.s. hepsi de hareket etmektedirler. 2) Bunların herbirinin ekseni ayrı ayrıdır. 3) Felekler değil, yıldızlar, gezegenler hareket etmektedirler. 4) Bunlar suda herhangi bir maddenin görünüşü gibi fezada da yüzmektedirler.

    Elbette
    bu ayet ile astronomi bilgisi vermek istenmemektedir. Burada insanlar
    sadece düşünmeye davet ediliyorlar: Yani sizler yeryüzünden gökyüzüne
    değin, nereye bakarsanız bakın, Allah'ın ayetlerini görürsünüz ve hiç
    bir varlığın Allah'ın ortak koştuğuna dair bir emare bulamazsınız.
    İçinde bulunduğumuz güneş sisteminin ne derece büyük olduğu şu
    hususlardan anlaşılmaktadır: Güneş dünyadan 300 kat daha büyüktür.
    Neptün'ü en uzak gezegen olarak kabul edecek olursak, güneş ile
    arasındaki mesafenin 2793 mil olduğunu görürüz. Şayet Plüton'u kabul
    edersek onun da güneş ile arasındaki mesafe 460 mildir. İçinde
    bulunduğumuz güneş sistemi, bu kâinatın bir parçası olduğuna göre,
    buradan hareketle tüm kâinatın büyüklüğünü tahmin edebilirsiniz.
    Dünyanın kendisinin bağlı olduğu güneş sisteminde 3 milyar gezegen
    vardır. Yeryüzüne en yakın gezegenden dünyamıza, bir ışık 4 senede
    ulaşır. Bu güneş sistemi anlaşıldığı kadarıyla, iki milyon sistemden
    sadece biridir. Bizim güneş sistemimize en yakın başka bir sistem
    arasında o kadar uzak bir mesafe vardır ki, ondan bizim sistemimize
    ışık hızıyla bir milyon yılda ulaşılabilir. Uzak olanlar ise, bugünün
    hesaplarına göre yüzmilyon yılda ulaşır. Yine bildiklerimizin dışında
    başka alemler olup olmadığından emin değiliz.

    Bugüne kadar
    kâinat hakkındaki bilgiler dünyada bulunan aynı maddelerden müteşekkil
    olmaları ve aynı kanunlara tabi bulunmaları sayesinde elde edilmiştir.
    Şayet böyle olmasaydı, dünyamızdan öbür gezegenlerin niteliği hakkında
    tahminler yürütmek mümkün olmayacaktı. Bu, tüm kâinatın yaratıcısının
    ve sahibinin bir olduğunun ispatıdır. İçinde milyonca yıldan bu yana
    varlığını devam ettiren sayısız yıldızlar ve gezegenler bulunan bir
    muazzam nizamın ardında bir gücün, kuvvet ve hikmet sahibinin
    bulunmadığını hiçbir akıl sahibi öne süremez.
    41 Onların soylarını dolu gemilerde (ana rahimlerinde) taşımamız da kendileri için bir ayettir.38

    42 Ve kendileri için binmekte oldukları bunun benzeri (nice) şeyleri yaratmamız da.39

    43 Eğer dilersek onları batırır-boğarız; bu durumda ne onların imdadına yetişen olur, ne de onlar kurtulabilirler.

    44 Ancak bizden bir rahmet olması ve (onları) belirli bir zamana kadar yararlandırmamız başka.40

    45
    Onlara: "Önünüzde olandan41 ve arkanızda olandan korkup-sakının, belki
    esirgenirsiniz" denildiğinde, (dinlemeyip küfre saparlar)

    46 Onlara, Rablerinin ayetlerinden bir ayet gelmeyi görsün, mutlaka ondan yüz çeviricidirler.42

    47
    Ve onlara: "Size Allah'ın rızık olarak verdiklerinden infak edin"
    denildiği zaman da, o küfre sapanlar iman edenlere dediler ki:
    "Allah'ın, eğer dilemiş olsaydı yedireceği kimseyi biz mi yedirecek
    mişiz? Gerçekten siz, apaçık bir şaşkınlık içindesiniz."43

    48 Ve derler ki:44 "Eğer doğru söylüyorsanız45 bu tehdit (etmekte olduğunuz yıkım ve azab) ne zamanmış?"

    49 Onlar, yalnızca tek bir çığlıktan başkasını gözetmezler, onlar birbirleriyle çekişip-dururken o kendilerini yakalayıverir.

    50 Artık ne bir tavsiyede bulunmağa güç yetirebilirler, ne de ailelerine dönebilirler.46


    AÇIKLAMA

    38.
    Burada işaret olunan gemi, Hz. Nuh'un gemisidir. "Ve onun içinde
    zürriyetlerini taşıdık" ifadesinde geçen "zürriyet", Hz. Nuh'un (a.s)
    ashabıdır. Çünkü Nuh tufanında Hz. Nuh'un (a.s) ashabı dışında tüm adem
    nesli helak olmuştu. Bu yüzden Hz. Nuh'un (a.s) ashabı "insan nesli"
    şeklinde ifade edilmiştir. Nitekim kıyamete değin tüm insanlık aynı
    nesilden gelmektedir.

    39.
    Burada tarihte ilk gemiyi Hz Nuh'un (a.s) yaptığına işaret vardır.
    Ondan önce insanlar nehirleri ve denizleri aşmanın yolunu
    bilmiyorlardı. Cenab-ı Allah bu bilgiyi Hz. Nuh (a.s) vasıtasıyla
    insanoğluna vermiştir. Allah'ın salih kulları gemiye binerek tufandan
    kurtuldukları zamandan bu yana tüm nesiller gemiyle denizlerde sefere
    çıkmaya başlamışlardır.

    40.
    Daha önceki ayetlerde Tevhid hakkında deliller serdedilmiş ve
    insanoğlunun tabiat üzerindeki tasarruf hakkının Allah'ın bir lütfu
    olduğu belirtilmişti. Tabiat kuvvetleri üzerindeki tasarruf gücü
    insanın kendi elde ettiği bir güç olmayıp, Allah'ın bağışladığı ilim
    vasıtasıyla mümkün olmaktadır. Aksi takdirde insanların bu büyük
    kuvvetlere hakim olması ve kendi başına bu kuvvetleri kullanma
    sırlarını keşfetmesi sözkonusu olamazdı. Yine de insan tabiat
    kuvvetlerine Allah'ın izin verdiği sürece hükmedebilir ve tabiat
    kuvvetleri de bu zaman zarfında insana tabi olurlar. Nitekim bugün
    insanın hizmetinde olan tabiat kuvvetleri Allah'ın dilemesiyle aniden
    insan hayatını tehdit etmeye başlar ve insan tabiatın karşısında
    çaresiz kalır. Bu gerçeği açıklamak amacıyla gemilerin denizlerde
    yüzmesi örnek olarak veriliyor. Şayet Allah, Hz. Nuh'a (a.s) gemi yapma
    tekniğini öğretmese ve iman edenleri ona bindirerek insanoğlunun
    yeryüzüne yayılmasını sağlamasaydı, insanlık tufanla birlikte yok
    olurdu.

    Allah gemi yapabilmenin yolunu öğrettiğinden bu yana
    insanoğlu nehirleri ve denizleri aşmayı başarabilmiştir. İnsanlar bu
    sahada ne kadar gelişme gösterseler de sonuçta denizlere hakim
    oldukları söylenemez. Su, bugün de Allah'ın buyruğu altındadır ve Allah
    dilediği anda tüm gemileri içindekileriyle suya gömer.

    41. Yani, sizden önce geçmiş toplumlar.

    42.
    "Ayet" kelimesi ile Allah'ın kitabının ayetleri kastedilmektedir. Bu
    ayetler vasıtasıyla insanlara nasihatta bulunulur. Ayrıca kâinatın
    ayetleri (insan vücudu, insanlık tarihi) ibret alınmak isteniyorsa
    eğer, insanlar için nasihattırlar.

    43. Bu
    ifade ile, onların inkarlarından ötürü sadece akıllarının değil
    duygularının da kalmadıklarına işaret ediliyor. Onlar, Allah katında
    sahih bir anlayışa sahip olmadıkları gibi, insanlara da kötü
    davranıyorlar. Nasihata sırt çevirip içinde bulundukları dalâlet için,
    mazeretler öne sürdükleri yetmiyormuş gibi her iyilikten kaçmak için
    bir bahane buluyorlar.

    44.
    Tevhid'in dışında kafirlerin inkar etmekte oldukları diğer mesele de
    ahiret düşüncesidir. Ahiret hakkında deliller ileride zikredilecektir.
    Fakat burada kafirler neyi inkar ettiklerini bilsinler diye özellikle
    kıyamet ve ahiret tablosu çizilmiştir. Sizler inkar ettiniz diye
    kıyamet saati iptal olmaz, o muhakkak gelecek ve sizler o günle
    karşılacakınız.

    45.
    Onların asıl maksatları kıyametin vaktini öğrenmek değildir. Şayet
    onlara bu vakit, "filan gün, filan saat" gelecektir diye bildirilseydi
    bile, onların şüpheleri silinmiyecekti. Onların maksadı alay etmek
    olduğu için, onlara sadece şöyle bir cevap verilmiştir. "Kıyamet
    muhakkak gelecektir. Onda hiçbir şüpheniz olmasın."

    46.
    Yani, kıyamet insanların gözleyebileceği bir şekilde yavaş yavaş
    gelmeyecektir. Bilakis kıyamet insanların hiç ummadığı bir anda gelecek
    ve kim neredeyse orada kalacaktır.

    İbn Ömer ve Ebu Hureyre,
    Rasûlullah'dan (s.a.) şöyle bir hadis rivayet etmişlerdir. "İnsanlar
    yürüyorlarken, pazarlarda alışveriş yaparlarken ve meclislerde sohbet
    ederlerken, aniden Sur'a üfürülecek. Bir kimse kumaş satın alıyorsa
    eğer, kumaşı elinden bırakmaya vakti olmadan, hayvanlarına su vermek
    için yalağa götürmüşse su vermeden, sofraya oturduğunda bir lokma
    almışsa, ağzına götürmeden kıyamet gelecektir.
    51 Sûr'a üfürülmüştür; böylece onlar kabirlerinden (diriltilip) Rablerine doğru (dalgalar halinde) süzülüp-giderler.47

    52
    Demişlerdir ki: "Eyvahlar bize, uykuya-bırakıldığımız yerden bizi kim
    diriltip-kaldırdı?48 Bu, (öyle oluyor ki) Rahman (olan Allah)ın
    va'dettiğidir, (demek ki) gönderilen (peygamber)ler de doğru
    söylemiş."49

    53 O, yalnızca bir tek çığlıktan başkası değildir; artık onların hepsi toplanmış olarak huzurumuza getirilmişlerdir.

    54 İşte bugün, hiç kimseye50 (hiç) bir şeyle zulmedilmez ve siz de yapmakta olduklarınızdan başkasıyla karşılık görmezsiniz.

    55 Gerçek şu ki, bugün cennet halkı, 'sevinç ve mutluluk dolu' bir meşguliyet içindedirler.51

    56 Kendileri ve eşleri, gölgeliklerde, tahtlar üzerinde yaslanmışlardır.

    57 Orada taptaze-meyveler onların ve istek duymakta oldukları her şey onlarındır.

    58 Çok esirgeyen Rabb'dan onlara bir de sözlü "Selam" (vardır).


    AÇIKLAMA

    47.
    "Sur" hakkında açıklama için bkz. Taha an: 78. Birinci Sur ile ikinci
    Sur arasında ne kadar bir süre olacağı hakkında bir bilgiye sahip
    değiliz. Bu zaman süresi yüzlerce veya binlerce yıl olabilir. Ebu
    Hureyre Rasûlullah'dan (s.a.) şöyle bir hadis rivayet etmiştir.
    "İsrafil Sur'a ağzını dayamış ve emir beklemektedir. Sur'a üç defa
    üflenecektir. 1) Nefhet'ul-Feza: Tüm dünya donup kalacaktır. 2)
    Nefhet'ul-Saika: Herşey helak olacaktır. Böylece hiçbir tümsek
    kalmayacak, yeryüzü dümdüz hale gelecek ve Samed olan Allah'dan başka
    herşey yok olacaktır. 3) Nefhet'ul-Kıyam'ur Rabb'ul Alemin: Allah
    "Kalkın" diye mahlukatına nida edecektir ve herkes ayağa kalkacaktır."
    Bu husus Kur'an'ın çeşitli yerlerinde teyid edilmiştir. Örneğin bkz.
    İbrahim an: 56-57, Taha an: 82-83

    48. Yani,
    o an idrakten yoksun bir halde uyuduklarını sanacaklar ve birden
    korkunç bir hadiseden ötürü uykudan sıçrar gibi, kaçmaya
    başlayacaklardır. Daha fazla bilgi için bkz. Taha an: 78, İbrahim an:18

    49.
    Burada bu cevabı kimin verdiği açıklanmamıştır. Biraz vakit geçtikten
    sonra gerçeği anlayarak, kendi kendilerine "Vah halimize. Bu, o
    Rasûl'ün bize haber verdiği şeydir. Oysa biz onu yalanlamıştık"
    demeleri mümkündür. Yine iman ehlinin, "Hayır uykudan uyanmadınız. Bu
    ölümden sonraki hayattır" şeklindeki konuşmalarına karşılık verilmiş
    bir cevap olması da mümkündür.. Ayrıca böyle bir cevabı, kıyamet
    sahneleri veya melekler de vermiş olabilir.

    50. Kıyamet günü Allah Teâlâ, müşriklere, fasıklara ve mücrimlere huzuruna getirildiklerinde hitab edecektir.

    51.
    Bu ifadeden gerçek iman sahiplerinin mahşer meydanında
    bekletilmeyecekleri anlaşılmaktadır. Onlar hesaba hiç çekilmeden veya
    kolay bir yargılamadan sonra cennete sevkedileceklerdir. Çünkü onların
    sicili temizdir ve bu yüzden mahkeme anında bekletilerek eziyete
    uğratılmayacaklardır. Böylece Allah mahşer meydanında sorguya çektiği
    mücrimlere bu insanları göstererek, "Bu salih insanlar ile, "bunlar
    ahmaktır" diye dünyada alay ediyordunuz. Ancak asıl akıl sahibi
    bunlardır. Çünkü cennete kavuştular, sizler kendinizi akıllı
    sanıyordunuz. Oysa şimdi işlediğiniz suçlardan ötürü hesap
    vermektesiniz" diyecektir.
    59 "Ey suçlu-günahkârlar, bugün siz bir yana çekilin."52

    60 "Ey Adem oğulları, ben size and vermedim mi ki: -Şeytana kulluk etmeyin, çünkü, o, sizin için apaçık bir düşmandır;"

    61 "Bana kulluk edin, doğru olan yol budur."53

    62 Andolsun o, sizden birçok insan-kuşağını saptırmıştı. Yine de aklınızı kullanmıyor muydunuz?54

    63 İşte bu, size vadedilmiş olan cehennemdir.

    64 Küfre sapmalarınıza karşılık olmak üzere bugün oraya girin.


    AÇIKLAMA

    52.
    Bu ayet iki şekilde de anlaşılabilir. Birincisi mümin ve salih
    insanlar, kafirlerden ayrılacaklardır. Çünkü dünyada aynı kavme,
    kabileye veya aileye mensup olmalarından ötürü birlikteydiler. Ancak
    şimdi onlarla bir bağları kalmayacaktır. İkincisi, parti, grup gibi
    topluluklara mensup olmanın getirdiği ilişkiler kesilerek, herkes
    yapayalnız sadece yaptıklarının hesabını verecektir.

    53.
    Allah Teâlâ burada "ibadet" kelimesini, "itaat" anlamında kullanmıştır.
    Daha önce bu konuda açıklamalar yapmıştık. Bkz. Bakara an: 170, Nisa
    an: 145, En'am an: 87-107, Tevbe an: 30, İbrahim an: 32, Kehf an: 50,
    Meryem an: 27, Kasas an: 86, Sebe an: 63, Ayrıca İmam Razi'nin Tefsir-i
    Kebir adlı eserinden, bu konudaki güzel bir açıklamasını aşağıya
    alıyoruz.

    "Şeytana ibadet etme" ifadesinin anlamı, "Şeytan'a
    itaat etme" demektir. Yani insan sadece Şeytan'a secde etmekten men
    olunmakla kalmıyor, aynı zamanda ona uymaktan ve itaat etmekten de men
    olunuyor.

    İşte bu bağlamda itaat, ibadet anlamı taşır." Bu
    ifadelerin ardından İmam Razi şöyle bir soru yöneltiyor. "Şayet itaat
    kelimesi, ibadet anlamı da taşıyorsa, "Allah'a, Rasûlüne ve sizden olan
    emir sahiplerine itaat edin" ayeti mucibince, bizler, Rasûl'e (s.a.) ve
    emir sahibi olan kimselere ibadet mi etmiş oluyoruz? İmam Razi bu
    soruyu yine kendisi cevaplıyor. "Bu kimselere Allah'ın emri ile itaat
    edilmektedir. Yani onlara itaat etmekle, aslında Allah'a ibadet etmiş
    oluyoruz. Tıpkı Allah meleklere "Adem'e secde edin" diye emrettiğinde
    de meleklerin Adem'e değilde, Allah'a secde etmiş olmaları gibi.
    Bizlerin emir sahiplerine itaatimiz, onların Allah'ın hududlarını
    çiğnemelerine rağmen devam ederse bu itaat "ibadet" anlamına gelir."
    İşte o zaman ibadet Allah'a değil, emir sahiplerine yapılmış olur ki bu
    da şirkin ta kendisidir." İmam-ı Razi daha sonra şöyle devam ediyor.
    "Size bir şahıs herhangi bir konuda emir verdiğinde, siz o emrin
    Allah'ın emirlerine uygun olup olmadığını kontrol etmelisiniz. Şayet
    uygun değilse, bilin ki o şahsın yanında şeytan vardır. Siz bu duruma
    rağmen verilen emre itaat ederseniz, o takdirde şeytana ibadet etmiş
    olursunuz. Yine, nefsiniz sizi herhangi bir şey için tahrik ederse, o
    şeyin İslam'a göre caiz olup olmadığına bakmalısınız. Şayet caiz
    değilse, nefsin şeytandır veya şeytan nefsinin yanındadır. İşte sen bu
    durumda nefsine uyarsan, şeytana ibadet etmiş olursun." İmam Razi yine
    sözlerine şöyle devam ediyor: "Şeytan'a ibadet etmenin dereceleri
    vardır. Şöyle ki, bazen bir insan bir iş yaptığında, onun tüm
    organları, dili ve hatta kalbi de o işin yapılmasına iştirak eder. Bazı
    zamanlar ise, insanın organlarını kullanarak bir iş yapmış olmasına
    rağmen kalbi ve dili, o işe iştirak etmeyebilir. Nitekim bazı insanlar
    günah işlediklerinde yaptıklarına kalpleri razı olmaz ve dilleri
    Allah'dan bağışlanma diler. O, bu şekilde kötü bir iş yaptığını itiraf
    eder. Böylece bu kimse şeytana sadece organlarıyla ibadet etmiş olur,
    bazı insanlar da gayet soğukkanlı olarak günah işlerler ve dilleriyle
    de memnuniyetlerini izhar ederler... Bunlar zahirde de, batında da
    şeytanın gerçek kullarıdır." (Tefsir-i Kebir c. 7 sh. 103-104)

    54.
    Yani, sizlere akıl verilmediği halde, Rabbinizi unutarak O'nun
    düşmanlarına kulluk etmiş olsaydınız, o takdirde belki bir mazeret öne
    sürmek gibi bir şansa sahip olurdunuz. Fakat Allah sizlere akıl
    vermiştir. Nitekim sizler aklınızı kullanmak suretiyle işlerinizi
    yapmaktasınız. Ayrıca Allah sizlere mesaj ulaştırmaları için
    peygamberler de göndermiştir. Ancak buna rağmen sizler, düşmanınızın
    tuzağına düşmüş ve o da sizleri kandırmayı başarmışsa, o zaman bu
    sizlerin gafletidir. Bu yüzden sorumlu olmanızın sonucundan hiçbir
    şekilde kaçamazsınız.






    65 Bugün biz onların ağızlarını
    mühürleriz; (günahtan ve sevaptan yana) kazanmakta olduklarını da
    elleri bize söylemekte, ayakları da şahitlik etmektedir.55

    66
    Eğer dilemiş olsaydık, gözlerinin üstüne bastırır-kör ederdik, böylece
    yola dökülüp-koşuşurlardı. Fakat nasıl göreceklerdi ki?

    67 Eğer
    dilemiş olsaydık, oldukları yerde (en görkemli çağlarında) onları bir
    başka kalıba sokardık; böylece ne ileri gitmeye, ne de geri dönmeye güç
    yetirebilirlerdi.56

    68 Kime uzun ömür verirsek, yaratılışta onu tersine çeviririz.57 Yine de akıllarını kullanmayacaklar mı?

    69
    Biz ona (Peygambere) şiir öğretmedik; (bu,) ona yakışmaz da.58 O
    (kendisine indirilen Kitap), yalnızca bir öğüt ve apaçık olan bir
    Kur'an'dır.


    AÇIKLAMA

    55. Bu
    emir, Kıyamet gününde bile suçlarını reddeden, şahitlik yapanları
    yalanlayan ve amel defterlerinin sıhhatini inkâr eden, suçlu kimseler
    hakkında verilecektir. Allah Teâla, "ağızlarınızı kapatın" diye
    emrettiğinde, onların uzuvları konuşmaya başlayacak, ne yaptıklarını
    tek tek anlatacaklardır. Bu esnada sadece eller ve ayaklar değil, diğer
    yerlerde ifade edildiği gibi, gözleri, kulakları, dilleri ve hatta
    derileri bile, nasıl kullanıldıkları hakkında şahitlikte
    bulunacaklardır.

    "O gün, dilleri, elleri ve ayakları, yaptıklarına şahitlik edeceklerdir." (Nur: 24)

    Burada
    şöyle bir soru akla gelebilir. Bir ayette Allah'ın onların ağızlarını
    mühürleyeceği (kapatacağı) ifade edilirken, diğer bir ayette (Nur:24)
    onların dillerinin şahitlik yapacağı söyleniyor. Bu iki ayet,
    birliktelik içinde nasıl anlaşılır? Bu sorunun cevabı şu şekildedir:
    Ağızların kapatılması ile onların kendiliğinden konuşma haklarının
    ellerinden alınacağı kastolunuyor. Yani, bundan sonra dilleri onların
    iradeleriyle konuşamayacaktır. Dillerin şahitlik etmesi ise, dillerin
    kendiliğinden; "Bu zalim beni şöyle kullandı, şu küfürleri ettirdi, şu
    fitnelere aracı etti, şurada ve şu şekilde beni, senin kullarına karşı
    konuşturdu" biçiminde konuşmasıdır.

    56.
    Kıyamet manzarası gözler önüne serildikten sonra şöyle deniliyor:
    Sizlere kıyamet oldukça uzak gözükmekte, fakat hiç değilse şimdiden
    ciddi bir şekilde düşünün ve şöyle bir çevrenize bakın. Sizler nesiniz
    ki dünyada böbürleniyorsunuz? Herşeyiniz Allah'ın elindedir ve sizler
    O'nun karşısında aciz varlıklarsınız. Düşünün bir kere gözleriniz
    sayesinde çevrenizi görebiliyor ve böylelikle işlerinizi
    yürütebiliyorsunuz. Oysa Allah, bir emri ile sizleri gözlerinizden
    mahrum ederek, karanlıklar içinde bırakabilir. Yine bacaklarınız
    üzerinde koşuyorsunuz. Fakat Allah bir emri ile sizi felç edebilir.
    Halbuki sizler Allah'ın belli bir süre için verdiği bu kuvvetler
    dolayısıyla kendinizi birşey zannedip, şımarıyorsunuz. Ancak bu
    kuvvetler elinizden alındığında, kendinizin birşey olmadığını
    anlarsınız.

    57. İnsanın
    yaratılışının tersine dönmesi ile, insanın yaşlanması kastolunuyor.
    Kişi yaşlandıkça çocuklaşır, tıpkı çocuklar gibi yürüyemez, dolaşamaz.
    Dolaşmak, kalkmak ve oturmak artık kendisine zor gelir ve bir şeye
    dayanmadan hareket edemediği gibi yemek yemesi, içmesi, başkalarının
    yardımı sayesinde mümkün olur. Hatta insan yaşlanınca elbisesini
    giyemez ve yatağını ıslatır. Konuşurken başkalarını kendisine güldürür.
    Kısaca dünyaya ilk geldiğinde nasıl çaresizse yaşlılığında da aynı
    çaresizliğine geri döner.

    58.
    Bu kafirlerin, Hz. Peygamber'in (s.a.) tevhid, ahiret, cennet ve
    cehennem hakkındaki sözlerini şiir sanıp, önemsemeyişlerine verilmiş
    bir cevaptır. (bkz. Şuara an: 142)
    70 (Kur'an,) Diri olanları59 uyarıp-korkutmak ve küfre sapanları üzerine sözün hak olması için (indirilmiştir).

    71
    Ellerimizin60 yaptıklarından kendileri için nice hayvanları
    yarattığımızı görmüyorlar mı? Böylece onlar, bunlara malik oluyorlar.

    72 Biz onlara kendileri için boyun eğdirdik; işte bir kısmı binekleridir, bir kısmını(n da etini) yiyorlar.

    73 Onlarda kendileri için daha nice yararlar ve içecekler vardır. Yine de şükretmeyecekler mi?61

    74 Yardım görürler umuduyla, onlar Allah'tan başka ilahlar edindiler.

    75 Onların (o ilahların) kendilerine yardım etmeye güçleri yetmez; oysa kendileri onlar için hazır bulundurulmuş askerlerdir.62

    76
    Öyleyse onların sözleri seni hüzne kaptırmasın. Gerçekten biz, onların
    saklamakta olduklarını da, açığa vurduklarını da biliyoruz.63


    AÇIKLAMA

    59.
    "Hayy" (diri) kelimesi ile, düşünen ve tefekkür edebilen insan
    kastolunmaktadır. Ancak bu tip bir insan, kendisine makul bir şey de
    söylense kabul etmeyen Hak ve Bâtıl'ı ayıramayan, iyilik tavsiye
    edildiğinde onu dinlemekten ve anlamaktan aciz olan, kendisine hiçbir
    şey tesir etmeyen kimse değildir.

    60.
    "El" kelimesi Allah'a atfen ve mecazen kullanılmıştır. Neuzubillah
    "Allah'ın cismen bir eli vardır ve onu insanlar gibi kullanmaktadır"
    anlamına gelmez." Bu ifade ile sadece Allah'ın herşeyi yarattığı ve hiç
    bir ortağı olmadığı kastolunmuştur.

    61.
    Bir nimeti onu verenden başkasına atfetmek nankörlük olacağı gibi,
    Allah'dan başka birinden nimet beklemekte, nimeti inkar etmektir.
    Ayrıca verilen nimeti onu verenin rızası dışında kullanmak da nimet-i
    küfran olur. Bunun için, müşrik, kafir, münafık ve fasık insanların,
    sadece dilleri ile şükretmeleri yeterli değildir. Sözgelimi Mekkeli
    müşrikler, hayvanları Allah'ın yarattığında kendi ilahlarının bir
    katkısı olduğunu da iddia etmiyorlardı. Ancak tüm bunlara rağmen,
    Allah'ın verdiği nimetleri, kendi ilahlarına adıyorlar ve ayrıca daha
    fazla nimet elde edebilmek için o ilahlara yalvarıyorlardı. Nitekim
    onlar için kurban keserlerken Allah'a sadece dilleriyle
    şükrediyorlardı. Bu yüzden Allah, onların nimeti inkar ettiklerini ve
    nankör olduklarını söylemektedir.

    62.
    Yani, bu sahte ilahlar aciz ve zavallıdırlar. Varolabilmeleri için,
    kendilerine tapan kimselere muhtaçtırlar. Şayet o tapan kimseler, bu
    çaresiz zavallılara yardım etmezse, bunlar hiçbir şey yapamazlar.
    Kendilerine tapan kimseler, onlara kulluk ediyorlar, yardımda
    bulunuyorlar ve propaganda yoluyla halkı onlara inanmaya davet ederek
    kandırıyorlar. Kendi gafletleri sebebiyle bu sahte ilahlar için savaşan
    kimseler olduğu için, bu sahte ilahlar hükümranlıklarını devam
    ettirebiliyorlar. Şayet bağlıları böyle çalışmasalar, hiçkimse bu
    zavallıların peşinden gitmez. Çünkü bunlar sahte ilahlardır ve ancak
    gerçek ilah Allah'dır. O kendi gücüyle tüm kâinata hakimdir. Ve O'nun
    ilahlığı başkalarının kendisine inanıp inanmamasına bağlı değildir.

    63.
    Burada muhatab Hz. Peygamber'dir: "Açık ve gizli sözler" ifadesi ile
    Hz. Peygamber'e (s.a) Mekke'nin ileri gelen müşriklerinin atfettikleri
    yalan ve iftiralar kastedilmektedir. Halbuki onlar Rasûlullah'a (s.a)
    iftira ettikleri yalanların asılsız olduğunu biliyorlardı. Müşrikler
    meclislerinde başkalarına karşı, Hz. Peygamber'e (s.a) sövebilmek için
    şair, kahin, sihirbaz, mecnun v.s. gibi lakablar takıyorlardı. Fakat
    hepsinin yalan olduğunu ve Rasûlullah'ın (s.a) davetini engelleyebilmek
    için, hile maksadıyla böyle davrandıklarını vicdanlarında biliyor ve
    aralarında da açıkça konuşuyorlardı. Bu yüzden Allah, elçisine şöyle
    buyuruyor: "Bu yalan, hile ve iftiradan dolayı üzülme. Doğruya, yalan
    ile karşı koyanlar, bu dünyada da ahirette de kaybedecek ve
    yaptıklarının karşılığını göreceklerdir."
    77 İnsan, bizim kendisini bir damla sudan yarattığımızı görmüyor mu?64 Şimdi o, apaçık bir düşman kesilmiştir.65

    78 Kendi yaratılışını unutarak66 bize bir örnek verdi;67 dedi ki: "Çürümüş-bozulmuşken, bu kemikleri kim diriltecekmiş?"

    79 De ki: "Onları, ilk defa yaratıp-inşa eden diriltecek. O, her yaratmayı bilir."

    80 Ki O, size yeşil ağaçtan bir ateş kılandır;68siz de ondan yakıyorsunuz.

    81
    Gökleri ve yeri yaratan, onların bir benzerini de yaratmağa kadir değil
    mi? Hiç tartışmasız (öyledir); O, yaratandır, bilendir.

    82 Bir şeyi dilediği zaman, O'nun emri, ona yalnızca: "Ol" demesidir; o da hemen oluverir.

    83 Her şeyin melekûtu (hükümranlık ve mülkü) elinde bulunan (Allah) ne yücedir. Ve siz O'na döndürüleceksiniz.


    AÇIKLAMA

    64.
    Kafirlerin sorusuna, delil ile karşılık veriliyor. Bu hususu 48. ayette
    nakletmiştik. Onlar, "Kendisiyle tehdit ettiğiniz kıyamet ne zaman
    gelecek?" diye soruyorlardı, ama asıl gayeleri kıyametin vaktini
    öğrenmek değildi. Bilakis ölümden sonra insanın diriltilmesinin mümkün
    olmadığını ve bunun akla aykırı düştüğünü kabul ediyorlardı. Bu
    nedenden ötürü sözkonusu soruya ahiret hakkında deliller serdedilerek
    cevap verilmiştir.

    İbn Abbas, Katade ve Said bin Cübeyr'den
    rivayet edildiğine göre, Mekke'nin ileri gelenlerinden bir şahıs
    çürümüş bir kemik getirerek, onu Rasûlullah'ın (s.a.) karşısında
    ufalamış ve havaya savurduktan sonra, "Ey Muhammed" demiş. Bu ölüyü kim
    diriltecek ve bu çürümüş kemiklere kim can verecek? Bu soruya cevap
    olarak, sözkonusu ayeti kerime nazil olmuştur.

    65.
    Yani, insan başlangıçta bir hücreydi. Daha sonra biz onun bedensel
    özelliklerini, tıpkı diğer hayvanlar gibi geliştirdik. İnsanlarda
    hayvanlar gibi yerler, içerler ama onlardan farklı olarak insanlara
    akıl, şuur ve düşünme, hitab etme v.s. yetenekleri verilmiştir. Tüm
    bunlara rağmen insanoğlu yine de yaratıcısına karşı gelmekte, nankörlük
    etmektedir.

    66. Yani,
    bizi de diğer mahlukat gibi aciz sanmaktadırlar. Bir insan bir ölüyü
    nasıl diriltemezse, bizim de diriltemeyeceğimizi sanmayın.

    67.
    Yani, insan kendisine cansız bir maddeden, bir hücreden hayat
    verdiğimizi unutmakta ve bu hücreden geliştirdiğimiz insanoğlu bize
    karşı gelmektedir.

    68.
    Bu ayetin diğer bir anlamı da şöyledir: "Biz bu yeşil ağaçlara,
    kendilerinden ateş elde edebilme özelliği verdik. Böylece siz bu
    ağaçlardan odun keserek ateş elde ediyorsunuz. "Veya", bu ağaçlar,
    "Marh ve Afar" isimli iki ağaçtır. Onların yeşil dallarını birbirine
    sürterek ateş elde edersiniz." şeklinde de anlaşılabilir. Nitekim
    Araplar bu ağaçlardan ateş elde ediyorlardı. Arapların bugün de
    muhtemelen kullandıkları bu ağaçlar çakmak vazifesi görüyorlardı.

      الوقت/التاريخ الآن هو الجمعة 15 نوفمبر - 5:19:17